Mittwoch, 28. April 2010

Arda Turan transferi


Ben tarafsız futbol yazarlığından hiçbir şey anlamadığım gibi zihnimde bir türlü sağlam bir zemine oturtamadığım bir başka kavram daha var: Profesyonellik...

Oyuncu maçtan sonra, üstelik de ezeli rakipleri karşısında kaybettikleri çok önemli bir karşılaşmadan sonra soyunma odasında kakara kikiri telefonla konuşuyorsa; Uğur Meleke, Mehmet Demirkol misali, 2ne var bu adamların hiç mi sosyal hayatı olmayacak, hiç konuşmayacaklar telefonda, bunlar profesyonel isimler' gibilerinden yaklaşımlarını taşıyamıyorum bünyemde... kusma etkisi yaratıyor hatta. O oyuncunun takımı ve forması için taşıması gerektiği asgari amatör ruhtan yoksun olduğunun kanıtıdır. Profesyonellik filan falan iyi güzel de... Bir oyuncu maçtan çıkar çıkmaz kendisini o havadan soyutlayabiliyorsa bu profesyonellik filan değildir, bunun tek bir anmalı vardır; o arkadaş zaten saha içerisinden de o havaya hiç girememiş demektir...

Yıllar evvel, hani şu Halil Üner'li önce muhteşem kurulan ama sene sonuna doğru Gilmorelara, Lokmanschuklara filan kalan takımlı Fenerbahçe var ya, işte o zaman... Bir Efes Pilsen karşılaşmasından sadece Play-Offlar için transfer edilmiş bir oyuncu vardı Taylor Wood mu ne... Adını hatırlamıyorum... Fenerbahçe'nin mağlup duruma düştüğü karşılaşmanın son anlarına doğru aşlınan bir molada ben ekranın başında yenilginin vereceği hüzünle endişeli ve stresli bir şekilde beklerken bu arkadaşın kahkahalar attığını gördüm... O anda TV ye saldırmak geldi içimden... Bu ne biçim bir oyuncu dedim filan... Onun üzerinden yıllar geçti, çok piştim, çok olgulaştım vs. ama hiçbir zaman ona karşı duyduğum öfkenin abartılı ve haksız olduğunu düşünmedim, bir an olsun...

Esas konumuz Arda Turan'ın Fenerbahçe'ye transferi ile ilgili... Yani olacağından değil de ihtimali ile ilgili...

Emre Belözoğlu transferini yaptınız midemiz kaldırmıyordu, hadi adam doğuştan Fenerbahçeli çıktı, var gücüyle kendisini kabullendirmek için uğraştı ve her şeyden önemlisi takımı futbol anlamından bir üst seviyeye çıkarttı o yüzden biraz olsun kabullendik. Zaten kendisinin burdayken de en azından bende Arda Turan kadar bıraktığı bir nefret duygusu yoktu. Sonra tuttunuz yine bünyenin istemediği bir adamı aldınız getirdiniz; Mehmet Topuz. Ne yaparsa yapsın hala kıymeti yok gözümde. Sahada oyununu oynar ben de hakkını veririm onu kutlayarak, iyi oynadığını söyleyerek veya şampiyonlukta katkısı olduğunu ima ederek ama daha ötesi sözkonusu dahi olamaz...
Şimdi de Arda Turan söylentileri çıkmış. Gerçi kulüp yalanlamış haberleri ama biz biliyoruz ki, Aziz Yıldırım bir canlı yayında Arda Turan'ı istediğini söyledi. Yani bizim taraftın ona bir ilgisi var. Allahtan o gelecek birisi değil. Ama ben yine de söyleyeyim şimdiden; bırakın getirmeyi, şayet bir girişimde bulunulsun ben o anda asacağım taraftarlık elbisemi bir süreliğine duvara...
Geçmişte de bunun örnekleri oldu; Tnaju, Feyyaz, Sergen vs. Sergen hala Beşiktaşlı Sergen, Tanju ise kendisinden bahsederken sö Galatasaray'dan açıldığı vakit heycanlanmakta Fenerbahçe'de ise hiç oynamamış sanki hasbam. Profesyonellik bir yere kadar, bu kadar fazla...

Dienstag, 27. April 2010

Bu takım daha fazla saygıyı hak ediyor

Belki okurlar hatırlar, Galatasarak karşılaşmasından önce yazdığım postta o derbinin 1-0 Fenerbahçe'nin olacağını ve o noktadan itibaren de takımın ciddi manada yarışın içerisinde olacağını söylüyordum... Beni bu aşamada sadece Beşiktaş karşılaşması ürkütmekteydi. Bursaspor'un ise o günden bugüne Gençlerbirliği ve Galatasaray karşısında puan kaybedeceğini az çok düşündüm. 'Beşiktaş karşılaşmasını da kayıpsız atlatırsak ben müsadenizle burdan şampiyonluğumuzu ilan edeceğim' derken yine bu blogta dayandığım noktalar buralardı.

Şu anda hakikaten işler tam anlamıyla Fenerbahçe'nin istediği gibi ilerlemekte. Fenerbahçe'nin zor bir üç maçlık kapanış programı var ama şu son 7 haftada geride bıraktığı takımları düşünürsek bu üç maçtan da dik bir şekilde çıkacağını öngörmek çok zor olmaz tahmin ediyorum.

Beni esas bu yazının başına oturtan motivasyon ise bambaşka... Fenerbahçe'nin bu başarısı hala hakettiği oranda değer görmemekte, medyada ve futbol camiasında. Geçen haftaki Deniz Göcek'in berbat yönetimi haklı bir galibiyetin üzerine gölge düşürmeye yetmişti... Hatta şampiyonluk da gelse çoktan bu şampiyonluk kimilerince lekeli bir şampiyonluk. Bunun için sebep arıyorlardı, buldular o sayede. Bünyamin Gezer'in Galatasaray adına belki yorumlanırsa yorumlanabilecek eyyamcılığı ve Zapo'yu oyundan atışı bile Fenerbahçe'nin ve Aziz Yıldırım'ın oyunu olarak gösterilmeye çalışılmakta...

Fenerbahçe'nin bu noktada ise tek yardımcısı kendi camiasi olabilir ancak. Geçen haftaki Bilica rezaletini görmezden gelişim ve hiç yazmayışım da bu nedendi... Bu kimilerince ahlaki olarak görülmeyebilir. Benimse ahlak anlayışım bu noktada daha farklı. Olayı benzeştirmek çok doğru olur mu bilmiyorum ama yine de hatırlatmadan geçemeceğim:

Sevan Nişanyan bundan birkaç sene evvel eşinin başından aşağıya kavanozda biriktirdiği bokunu boca ettikten sonra feministlerden ve sosyalistlerden ciddi manada tepki almış hatta onun 'bir kurtarılmış kale olan' Agos'ta artık yazdırılmaması gerektiği söylenmişti... Agos Gazetesinin halen ve o zaman da genel yayın yönetmeni olan Mahçupyan ise Nişanyan'ı sadece kınamış ama onun asla gazeteden gönderilmeyeceğini söylemişti... Bunun üzerine sert tartışmalar yaşandı iki taraf arasında. Yani feminist-sosyalist camia ile Mahçupyan arasında. Çünkü Mahçupyan'a göre, esas hedefte olan Nişanyan değil, Nişanyan üzerinden Agos'taki mevcut yönetimdi. Nedeni nasılsı haklısı haksızı bir tarafa kalsın çünkü bu postun esas konusu o 2007 yazında yaşanan Nişanyan tartışmaları değil.

Burdan yeniden bizim konuya bağlayalım hususu. Bilica olayında da hedefte spor ahlakı, Beşiktaşlılara karşı yapılan saygısızlık, Fener'in kutsal formasının kirlenmesi vs yoktu. Bunlar kullanılarak yıpratılmaya çalışılan bir kulüp ve onun şampiyonluk yolunda sorunsuz bir şekilde yolunda giden makinesinin sekteye uğratılma gayreti vardı.

Tabii birçok Fenerbahçeli de Bilica'nın derhal gönderilmesini istedi. Onların niyeti elbette tamamiyle halisaneydi. Hatta ben de maçı izlerken benzeri bir tepki verdim. Ama geçen hafta bu konuda suskun kalmayı tercih ettim, yukarda bahsettiğim nedenden ötürü.

Bilica olayında görünenin bu haftasonu oynanan karşılaşmalardan sonra da devam ettiğini görmekteyiz... Fenerbahçe'nin başarısı, sadece hakemlerin Aziz Yıldırım'ın etkisinde kaldığı iddiasıyla gölgelenmiyor . Örneğin Fenerbahçe bazı programlarda maalesef hala hakettiği değer verilmemekte. Ntvspor bana kalırsa bu tarz programların büyük bir çoğunluğuna ev sahipliği yapmakta. Örneğin dün Mehmet Demirkol- ya Spor Servisi ya da 90+ idi- bu bütçeli bir takımın böyle kötü olmasının hesabını Daum'a sormalıyız gibilerinden birşeyler söylemişti.

Hatırlarsanız senebaşında da bunlar oluyordu. Daum bir köylü kurnazıydı vizyonu dardı, burda şampiyon olup tonlarca parayı cebe indirecekti, Avrupa ile işi olmazdı filan... İşte başta bu Demirkol gibiler, Rijkaard'a tapınırken Daum'a bu lafları edip durdular.

Halbuki bugün gelinen noktada o Daum'un takımı bu sezon Avrupa'da en çok puan toplayan Türk takımı. Onun dışında şu anda ligin lideri ve yere ğöğe sığdırılamayan Rijkaard'ın takımına tam 6 puan fark atmış durumda. Türkiye Kupası'nda ise finalde.

Kimse Fenerbaçe'nin kusursuz futbol oynadığını, olağanüstü olduğunu iddia edemez. Ama aynı zamanda kim ki aynen bu Demirkol gibi Fenerbahçe'nin hali hazırda Türkiye Ligindede mücadele eden takımlar arasında en sistemli ve en iyi takım oyunu oynayan takımı olduğu gerçeğini inkar eder, işte o kişi kötü niyetlidir. Rijkaard'a hala toz kondurulmazken Daum'a bu bütçeli bir takıma böyle futbol oynattığı için hesap sorulmalıdır demek, ahlaksızlıktır... Bunu demeye hakkı olan evvela Daum'a ve Fenerbahçe'ye hakkını teslim eden ve Daum'a getirdiği eleştirilerin aynısı Rijkaard'a getirebilen adamdır...

Maçlardan sonra bazı Fenerbahçeli yazarlar (Gürcan Bilgiç vs.) takımın İstanbul BB maçından sonra sürekli Aziz Yıldırım tarafından yapıldığını iddia ediyor. Bu deli saçması cümle Spor Servisinden okunuyor ve ordaki iki adamdan hiçbirisi kalkıp da abicim Daum sene başindan beri böyle oynuyor zaten demiyor... Aykut'un bırakıp gitmesi için ellerinden geleni yaptılar... Edu, Semih, Kazım ve Önder olaylarından dolayı Aykut suçlandı ve 'Aykut Kocaman'ın olduğu yerde bunların olması çok üzücü' filan gibi sahte laflar ettiler. Kimse Arda ile Caner'in kapıştığında Rijkaard'ın olduğu yerde bunları olması üzücü demiyor. Kazım'ın disiplinsizliklerinin faturasını Kocaman'a çıkartmaya çalışan Demirkol, Jo'nun geceler boyu süren eğlence anlayışına karşı pek bir şefkatli...

Velhasıl;
Sene başından bu yana ısrarlayapmak istediğim, bu takım hak ettiği saygıyı içlerinde kendi taraftarları da olan bazı çevrelerden bir türlü göremediği gerçeğini işrate etmeye çalışmak, Hz. İbrahim için yakılmış dev ateşe kagasında su damlacığı taşıyan güvercin misali kendimce itiraz etmek ve bir kişi de olsa henüz böyle düşünmemiş olanların zihninde soru işareti yaratmak.

Dienstag, 20. April 2010

Fenerbahçe-Beşiktaş: 1-0// Gölgelenmiş Zafer


Öncelikle gerek maç yazısını bu kadar geçiktirdiğim gerekse de son aylarda blogu çok ihmal ettiğim için okurlardan özür dilerim. Türkiye'ye dönüş yaptıktan sonra maalesef çok fazla internette vakit geçiremiyorum (yoksa buna çok sükür mü demeliydim) aynı zamanda benim olmayan bilgisayarlardan bağlanıyorum internete ve bu da yazı yazmak için uygun konfordan uzak kalmama yok açmakta... Böyle olunca performans düşüklüğü kaçınılmaz olmakta...

Maça dönersek... Beşiktaş maçları benim için Galatarasaray karşılaşmalarından daha değerlidir. Nasıl olmasın. Hayattımda ilk seyrettiğim karşılaşma bir Beşiktaş Fenerbahçe karşılaşmasıydı ve o zaman ben çoktan Fenerbahçeli olmuştum ve tuttuğum takım Beşiktaş karşısında tam bir hezimete uğrayarak 4-0 yenilmişti... O dönemler Milne dönemleriydi ve ondan sonraki senelerde de Beşiktaş korkunç bir üstünlük kurmuştu Fenerbahçe'ye. O zamanlardan beri zihnimde her zaman farklıdır Beşiktaş karşılaşmalarının önemi ve o gün bugündür Beşiktaş'ı yendiğimiz maç sayılarının sayısı artık artışa geçmişse de hala Beşiktaş karşısında bu takım, 3-0; 4-1; 4-0; 5-1 v. gibi skorlarla net bir üstünlük kuramamıştır. Halbuki Beşiktaş'tan, onlara karşı galibiyet sayısında pozitif durumda olduğumuz bu son zamanlarda dahi, dört gol, üç gol yediği maç sayısı az değildir.

O bakımdan ben ne olursa olsun çok rahat oturmam maçın başına. Yine öyle olmuştu ama oyuncularımız benim kadar korkumuyordu Beşiktaş'tan bu kesindi... Daha birinci dakikadan itibaren rakip sahaya yerleşip agresif bir oyunla galibiyete ulaşmayı hedefledikleri belliydi. 2. dakikada gol da geldi. Skor orda kalmaz rahatlıkla 2 ve 3. goller de gelebilirdi. Lakin diyoruz ya işte rakip Beşiktaş olunca bu takım bu skorlara ulaşamıyor bir türlü diye; yine öyle oldu, skoru farka götürecek net pozisyonları takım futbol oynayarak yakaladıysa da sonuca ulaşamadı. İşler böyle gidince aklıma hemen önceki Daum dönemindeki bir Beşiktaş maçı gelip durmaya başladı... Hani Anelka ile 1-0 öne geçmiş arkasından da farka gidecek pozisyonları ve penaltıyı dahi bulmuş ama bunlardan yararlanamayınca kör bir kurşunla beraberliğe razı olacak hala gelmiştik. Onun bir tekrarı yaşanacakmış gibi geldi bir anda bana...

Hakikaten de korkutuğum başıma geliyordu nerdeyse. Oyun anlamında Fenerbahçe'den çok geride kalmış olan ve maç içerisinde bir tane dahi pozisyon bulamayan Beşiktaş; Bilica'nın betimlemek için sıfatların yetersiz kalacağı hareketi sonucu beraberliği söküp gidecekti nerdeyse burdan... Televizyonlarda yorumlara filan bakıyorum; -olaylardan geride kalan zamanlarda futbol hakkında da konuşurlarsa- sanki sahada birbirleriyle denk mücadele içerisinde olmuş iki takım varmış gibi konuşmaktalar. Beşiktaş da bir şey oynamamış onlara göre Fenerbahçe de. Veyahut Beşiktaş özellikle ikinci yarı Fenerbahçe'yi sahasına hapsetmiş ve sağlı sollu harekete geçmiş. Bunları dinledikce acaba başka bir karşılaşmayı mı izledim ben demeden alamadım kendimi.

Çünkü Fenerbahçe'nin dört net pozisyonu varken ve bunların hiç birisi karambol değilken Beşiktaş'ın Fenerbahçe ceza sahasının içerisine giremediği net bir şekilde ortada. Karşılaşmanın belli bölümlerinde % 66'ya %34 topla oynama oranı karşılaştırmalarının belirdiği net bir şekilde görülmekte. Beşiktaş'ın ikinci yarı özellikle de Uğur İnceman girdikten sonra topa daha çok sahip olup atak yapan taraf olması ise bir hayli de Fenerbahçe'nin oyun karakteriyle alakalı. Daha önce de yazdım 'Fenerbahçe'nin son haftalarda kazandığı bu karşılaşmalarda pozisyon bulamaması biraz da onun tercihi, istese bu kadar pasif kalmaz' diye... Aynı şekilde Fenerbahçe ilk yarıda sarf ettiği eforun ve agresifliğin mükafatını kaçırdığı net pozisyonlarla alamadığı için karşılaşmanın ikinci yarısında iyi becerdiği bir şey olan geriye yaslanıp pozisyon vermeme taktiğini uygulamya koydu. Çünkü düşmüş bir güçle hala agresif oynmaya devam ediyor olsaydı fatura daha pahalı olabilirdi. Pnealtı pozisyonu öncesinde 4'e 2 yakalanmaları bence bunun bir kanıtı.

Buraya kadar hep futboldan bahsettik ve fakat maalesef bu karşılaşma da başka şeylere kurban gitti. Fenerbahçe'nin oyun anlamındaki üstünlüğünden filan bahsedemiyoruz. Galibiyeti hake ttiğinden de. Karşılaşmanın hakeminin Beşiktaş aleyhine verdiği bir çok yanlış karar Fenerbahçe'nin bence hakedilmiş galibiyetine maalesef leke sürdü.

Şimdi soruyorum;

-Hakem daha ilk penaltı pozisyonunda, Lugano'nunkinde penaltıyı verse ve Beşiktaş bunu değerlendirerek skoru eşitlese belki karşlılaşma ondan sonra öyle devam edecekti ve berabere bitecekti. İyi ama bu Fenerbahçe'nin sahada futbol adına daha çok şey yapan ve pozisyonlar üretip gaibiyeti, oyun anlamında en azından, daha çok hakeden taraf olduğu gerçeğini değiştirir miydi? Özellikle de oyunun güzelliğinin peşinde olanların, işin bu tarafından hiç bahsetmemeleri çok ilginç.

-Ernst, haksız yere kırmızı ile oyundan atılmasaydı, diyebiliyor musunuz; Beşiktaş dalga daşga geliyordu Fenerbahçe'nin üzerine, Volkan akıl almaz toplar çıkartıyordu, gol an meselesiydi ve Ernst'in atılmasıyla her şey altüst oldu? Bunu birazcık dürüst olduğunu söyleyen hiç kimse iddia edemez.

-Bobo o penaltıyı Bilica o noktayı aptalca bir hareketle kazdığı için mi kaçırdı?

-92. dakikada oyundan haksız yere atılan Toraman'ın pozisyonu muydu skordu belirleyen?

Denilebilir ki bunların yanında Emre'ye, Topuz'a sarı kart verilmeliydi çok önceden ve belki ilerleyen pozisyonlarda onların atılması sözkonusu olabilirdi... Olabilirdi olmasına da açın bakın arşivleri ligin ilk yarısındaki karşılaşmada oyun başabaş giderken Gökhan Gönül'e verilmeyen penaltı ve oyun 1-0 iken hala tartışılır olduğuna emin olduğum Kazım'ın kırmızısı olmasa kesinlikle sonucu çok farklı olacak olan maç sonrasında Mehmet Demirkol filan gibiler nasıl Beşiktaş'ın galibiyetini övecek, Denizli'yi dehalaştıracak satırlar döşemişler köşelerinde. O zaman hakem konuşmayı aklının ucundan geçirmeyenler şimdi sadece hakemi konuşuyor.

Velhasıl; ilk Galatasaray galibiyeti sonrası Bünyamin Gezer'in daha çok konuşulması, ikinci Galatasaray galibiyetinde Fenerbahçe'nin akıllı oyunundan hiç bahsetmeyip Franco'nun ve tribünlerin onu son 20 dakika alkışlayıp durması tartışılması, ve nihayet bu Beşiktaş galibiyetinde sahadaki oyundan hiç bahsedilmemesi, bunun karşısında Beşiktaş taraftarının hakemi konuşup durması ve hakemin bir anlamda maçı Fenerbahçe'ye verdiği imajını oluşturmaya çalışması beni bu itiraz noktasına itmekte.

O bakımdan Bilica hakkında yazacaklarımı da şimdilik bir kenara koyma taraftarıyım çünkü başta Alex ve Volkan olmak üzere bu galibiyeti hak eden ve bunu oyun oynarak kazanan yığınla Fenerbahçeli topçunun başarısına bir gölge de ben düşürmek istemem...

Donnerstag, 15. April 2010

Kevin Kuranyi

Bizim gazeteler yaz yaklaşınca böyle sarhoş olmaya başlıyorlar transfer haberleriyle. TVlerdeki tatil yerleri, otel-plaj-diet programlarının ve Dr. Mehmet Öz'ün ekranlarda görünmeye başlamasının yanında yazın geldiğnin bir diğer habercisidir bu transfer haberleri... Transferlerin kendisinden çok, artık o kasvetli, soğuk, yoğun çalışma temposu gerektiren kış aylarının bitip yayların gevşediği, güneşin gülümsediği, insanların canlanmaya başladığının günlerin geleceğinin habercisi olmaları beni heycanlandırır.

Gelgelelim Kuranyi transferinin olabilirliğine. Açıktır ki bu isim her dönem ortaya çıkan 'fix' transfer edilecek oyunculardan ve teknik direktörlerden birisi. Fernandez vardı bir ara, teknik direktör. Her transfer döneminde ya da kovulan her büyük takım teknik direktörünün arkasından çıkardı adı piyasaya. Örneğin PVH Fenerbahçe2ye gelmeden evvel kim bilir kaç kez, getirildi Türkiye'ye gazeteler tarafından. Ve diğerleri.

Am yine de kendi görüşümü söyleyeyim: beş para etmez bu isim, peşinden koşmak da manasızdır; illa ki alınacaksa Magath'ı da birlikte almak lazım gelir; Magath'tan başka ondan verim alabilen görmedim ben çünkü.

Dienstag, 13. April 2010

Spor Servisi'ne eleştiri

NTVSpor'un Spor Servisi programı genel itibariyle beğendiğim, takip ettiğim bir programdır. Zaman zaman programın asli unsurlarından olan Demirkol'u eleştiririm ama o da daha çok onun özelinde olur, programla ilintili değil. Bu onun programda söyledikleriyle alakalı olsa da. Neyse. Buna rağmen Demirkol benim dikkate değer bulduğum söylediklerine kulak kabartığım bir insan olmaya devam eder her zaman. İbrahim Altınsay, Asena Özkan (bu noktada Rehavet'in Papazın Çayırı'ında yazdığı arşivlik yazıyı tavsiye ederim), Semih Gümüş gibi suret-i haktan görünüp örtülü ve sinsi bir taraftarlık yapmaz. Gerçi Galatasaray taraftarlarının bir kısmı, onu zamanında sinsilikle itham etmişlerdi, ama aynı kişiler programlarında kendilerinin blog yazılarına ve fotoğraflarına yer vermesiyle birden bire 'sinsi Demirkol'dan, sevgili Demirkol' mertebesine yükseltmişlerdi.

Demirkol'a mukabil, Fuat Akdağ, çok daha akli selim ve sempatik bir adam gelmiştir bana. Demirkol'da zaman zaman yakaladığım samimiyetsizlik ve geri dönüşleri onda bariz olarak hissetmedim hiç. Örneğin Demirkol Aragones geldiğinde yazdıklarıyla bugün herkesin öve öve bitiremedeği yazısında bahsettikleri arasında ciddi anlamda çelişkidedir. Yine bir yazısında Deivid'in çizgiyi geçtiği halde gol sayılmayan şutu için bunun gol olduğunu görmek için çizgi hakemine bile gerek yok derken; o günlerde katıldığı bir tv programında hakemin göremediğni, göremeyebileceğini filan söylemiştir.

Esas derdim Spor Servisi idi değil mi; ona dönelim yeniden. Efendim, dikkat ediyorum, programda ciddi manada bir Galatasaray haberi yoğunluğu var. Dünkğ yoğunluğu da bir gün öncesinde Galatasaray'ın maçının oynanmış olmasıyla açıklayalım; pekii bugün nedir Allah aşkına. Bu son günlerde Galatasaray'ın içinde bulundğu durumla ilintili olabilir mi; bilmiyorum. Galatasaray ile verilen haberlerin dişe dokunur şeyler olması sözkonusu olsa yine itirazım olmayacak yoğunluğuna bu kadar. 11:35'de başlayan programda bugün 12:05 e kadar sadece Galatasaray haberlerine yer verildi ve bunların çoğunluğu yine dünde çokça işlenen protestolar, Jo nun bu konuda saha içinde Franco ile ne konuştuğu gibi lüzumsuz ve büyük olasılıkla gerçekle ilişkisi olmayan şeyler. Fenerbahçe ile ilgili bir tek Daum2un iki yıl daha kalmak istediğni söyleyen göstermelik bir haber. Beşiktaşla ilgili de yine çok az sayıda haber. Ve sonra bloglarda yer alan aptal resimler.

Bu mudur yani?

Eli yüzü düzgün tek spor kanalındaki üstelik hiç fena sayılmayacak bir fikirden ortaya çıkan bu programın içeriği bu kadar basit mi olmak zorunda. Kulüplerden haber alamadıkları için masa başında gazete doldurabilmek adına haber uydurananların haberlerine yer vermek midir işin esası? Halbuki futbol üzerine yetkin sözsöylebielcek iki isimden bahsediyoruz. O kadar uzun yapmalarına da gerek yok. Kısa tutsunlar ama Jo'nun Leo Franco'ya kime bu tepkiler diye sormaları okunmasın ekrana ve bunun üzerine konuşulmasın. Arda'nın sezon sonunda bırakma ihtimali ile ilgili her haber okunmasın bir tanesi okunsun yeter. Üzerine de yorum yapılsın. Çok uzağa gitmeye gerek yok aslında, kardeş kalan NTV'deki Yazı İşleri programı örnek alınabilir bu hususta.

Dienstag, 6. April 2010

Mehmet Ali Aydınlar'ı dinlerken...


Bugün NTVSpor'daki 14/16 programında dinledim kendisini. Spor dünyasında şimdiye kadar Özhan Canaydın ve Sülayman Seba da dahil olmak üzere bu derece beyfendi ve düzgün profil çizen bir adam dinlememiştim şimdiye kadar.
Olası bir görev değişimiyle Aziz Yıldırım'ın yerine geçmesi ihtimali belirirse en ufak bir endişem dahi olmayacaktır; bundan emin oldum o kısa süre içerisinde.
Neyse bunun en azından kısa vadede gerçekleşmesi zaten sözkonusu değil, biz onun şu andaki hizmetleriyle yetinmeye devam edelim... Edelim etmesine de her durumda keyfimizi kaçıracak bir durumun belirmesi zaruri mi dir diye isyan da etmeden duramayacağım. Evet lafı, federasyonun yabancı sınırlamasında yapacağı yeni düzenlemeye getireceğim... Halem 3+1 olan bu sınırlamanın 2 ye düşürülmesi sözkonusuymuş. Sebbi de malum; bizim çok bilmiş spor adamlarımızın ezeli ve ebedi kaygısı 'yabancı oyunculardaki serbestliğin yerli oyuncu yetiştirme konusunda sebep olacağı olumsuz etki'.
Oyuncu yetiştirmenin önündeki en büyük engelin yetersiz altyapı ve bu sporun az olan popülaritesi iken, düşma olarak yabancı oyunsu sayısının belirlenmesi ne büyük akıl tutulması ve basiretsizliktir...
Futbolda da aynı köhne zihniyetin kasıp kavurduğu bir dünya ile muhatabız. Herkes Mehmet Topuz'un bunca değerdeki oyuncunun daha fazla katkı sağlamasıyla meşgul. Ama onun o etmez değere ulaşmasını oluşturan koşullar nedense birkaç aklı başında insan dışında sağlıuklı bir şekilde sorgulanmıyor.
Yeniden voleybola dönelim. Fenerabçe Acıbadem Kadın Voleybol Takımı'nın en etkili ve elde ettikleri olağanüstü başarının gerisinde; hani teknik ekip, yönetimi ve Sayın Mehmet Ali Aydınları bir kenara bırakıyorum; Osmokroviç ve Gamova idi... Dricks'ın katkıları da yabana atılamaz. Yerli oyuncularımız da çok gayret gösterdi ve mücadele etti; eyvallah ama; nerdeyse her servisini ya fileye ya da oyun alanı dışına atan Çiğdem, her smaçlarında bloca takılan Eda ve Seda'nın eline kalsaydı bu takım tek başına, bence bırakın finali gruplardan çıkması süpriz olurdu...
Dilerim bu cağdışı zihniyetin ürünü yürürlüğe konmaz. Umarım en azından Fenerbahçeliler bu saçmalık karşısında sistemli bir şekilde karşı mücadelesini verir. Bu başarı bir defa ile sınırlı kalmamalı çünkü.

Montag, 5. April 2010

Fenerbahçe-Kayserispor: 2-0

Çok mu oyun okuma özürlüyüm sevgili okur bilmiyorum. Ama şu futbolu quantum fiziğinden bahsedermiş gibi olabildiğince kompleksleştiren ve sahada oynanan o benim bildiğim basit oyuna olur olmaz yığınla şey atfedenleri bir türlü anlayamadım.

Bu yüzden zaten bu maçla ilgili söylenebilecek teknik hususlar son haftadakilerden çok fazla farklılık arz etmemekte...

Nedir son haftalarda gördüğümüz: Oyun merkezini geriye çeken, öncelikle savunmasında açık vermemeye ve bu sayede maçı kazanmaya çalışan bir takım Fenerbahçe. Esas gaye muhtemelen; Manisaspor-Diyarbakırspor-Bursaspor ekseninde yaşanan yoğun travmadan çıkmak için elzem olan glibiyetlerin en risksiz yoldan kazanılması. O günden bu güne kazanılan 13 puanı düşündügümüzde (5 maçtan bahsediyoruz) bu reçetenin işe yaradığı görülmekte.

Dünkü Rıdvan'ın kendinden geçmiş bir şekilde bahsettiği olumlu anlamdaki gelişme ise (ayrıca onun bahsettiği kadar sarhoş olunacak bir durum yok ortada) takımın özgüven kazandıkca yeniden sahip olduğu kapasitenin gereklerini yerine getirebilmesi ve hücuma kalabalık çıkmaya artık cesaret edebiliyor olması.

Şubat ayında artık gitti denilen/ dediğimiz şampiyonluk için ciddi manada ümitlenebiliriz. Bunun için esas final ise Kadikiy'deki Beşiktaş karşılaşması. Ben, 'biz Galarasaray'ı nasılsa hep yeniyopruz' geyiklerine itibar etmediğim ve her Galatasaray maçı öncesinde ciddi manada endişelendiğim gibi 'nasılsa biz derbilerde iyiyiz' diyerek Kadiköy'deki Beşiktaş karşılaşmasını da hafife alamıyorum.

Unutmayalım ki, derbilerde iyi denilen bu takım Beşiktaş'a karşı çok önemli iki Türkiye Kupası finali kaybetti. Ve her zaman yendiğimiz Galarasaray'a yenilerek şampiyonluğu kaybedeşimizin üzerinden daha 2 sezon geçti.

Beşiktaş o maça en azından bu hafta puan kayberek geleceği için, beraberliği artık tolere edebiliriz. Ama mağlubiyet son haftalarda içerisine girdiğimiz bu çoşkunun diğer maçlarda alınacak sonuçlara göre yerlebir olmasına neden olabilir. Çünkü Galatasaray'ın önündeki Sivaspor-Manisaspor-Diyarbakırspor zincirinden 9 puan alması hiç de az bir olasılık değil. Bu da olası bir Beşiktaş mağlubiyetiyle 61 puanda kalacak olan Fenerbahçe'nin ligin dördüncülüğüne düşmesi tehlikesini görünür kılmakta.

Ama bir galibiteyle birlikte Fenerbahçe'nin şampiyonluğunu ben müsadenizle burdan ilan edeceğim.